Bu ayın mekanı olarak hala kış sezonu devam ediyorken Alp'leri seçtim. O nedenle bu yazım daha çok kayakseverleri ilgilendirebilir, baştan söyleyeyim. Ama arada komik hikayelerim de olacak, belki bu yüzden kayak sevmeyenler de okumak isteyebilir (nasıl teasing ama, 'gel,ne olursan gel' söyleminde birşey oldu!) Şubat'ın ilk haftası Fransız Alplerinde yer alan La Plagne kayak merkezinde idik. Lyon'a uçup oradan yaklaşık 3 saatlik bir karayolu ile La Plagne'a vardık. Bu arada bizim uçakta Kanal D'nin CEO'su İrfan Şahin de vardı, onların grubu da başka bir transfer aracıyla muhtemelen Fransız Alp'lerinde La Plagne'a komşu olan Courchevel, Val D'lsere, Meribel gibi ünlü kayak merkezlerinden birine doğru yola çıktılar. Bizim La Plagne'da olduğumuz hafta Cem Uzan ve Derin Mermerci çifti de Courchevel'de kayak yaparken magazin basınına yakalanmışlardı. İki hafta önce de Courchevel'de tatil yapan bir arkadaşım Mehmet Ali Erbil'in eski karısı Tuba Erbil ile sevgilisi Önder Fırat'ı (Kıvanç Tatlıtuğ'un eski kız arkadaşı İdil Fırat'ın babası) orada görmüş. Yani anlayacağınız bu kış sosyetenin gözde mekanı Courchevel olmuş:)
Biz gitmeden önceki birkaç hafta oralara hiç kar yağmamış, dolayısıyla yol boyunca çayır çimen görüp karın zerresine bile rastlayamayınca önceleri endişelendik açıkçası ama La Plagne’a varınca korkumuz geçti. Zira adamlarda bütün gece kar makinaları çalıştığı için pistlerin durumu gayet iyiydi. Ayrıca La Plagne, zirvesi 3250 metre olan oldukça yüksek bir dağ olduğu için de tepedeki karlar pek erimiyordu. Önümüzde göz alabildiğince karlı dağlar ve pistler sıralanıyordu.
Kalabalık ve rahatına düşkün bir grup olarak gittiğimiz için otel yerine evde kalmayı tercih ettik. Karşılıklı 2 daire kiraladık. Zaten eğer az kişi değilseniz otelde kalmak yerine bir şale (dağ evi) kiralamak çok daha mantıklı ve konforlu. Bu arada evde yemeklerinizi yapan ve evi temizleyen birilerinin olması da şart tabii. Ayrıca kiraladığınız dağ evinin dağ başında (yani pistlerden çok uzakta) olmaması da en önemli ayrıntı. Bizim evler hemen pistlerin üstünde olduğu için çok rahattı, aşağı inip direk kaymaya başlayabiliyorduk. Kaldığımız 7 gün boyunca hava şahaneydi ve günlük güneşlikti. Gerçek kayak zevki yaşamak isteyenler Alplere gitsinler. Tamam Türkiye'nin dağlarıyla özdeşleşen salep, sucuk-ekmek gibi keyifler yok belki ama kaymanın tadı da bir başka oralarda.
La Plagne'nın köyünde pek bir numara yoktu ama pistleri süperdi. Burada 180 tane pist varmış ve bu pistlerin toplam uzunluğu 300 kilometreymiş. 1 hafta boyunca isteseniz aynı pistten iki kere kaymayabilirsiniz, elinizde haritayla ve tercihen tüm pistleri bilen bir hocayla birlikte kaymak en güzeli. Teleferik veya telesiyejle zirveye çıkıp sonra durmadan kilometrelerce kayabiliyorsunuz, bir dağdan başka bir dağa geçiyorsunuz. Bize rehberlik eden kayak hocası Mark’ın ifadesine göre kaymak için pistler açısından en güzel kayak merkezlerinden biri La Plagne’mış. Son dünya şampiyonu da La Plagne’dan çıkmış.
Elif'ler, Aylin'ler, Çağla'lar ve Ömer'lerden oluşan grup arkadaşlarım birkaç senedir buraya geldikleri için pistleri biliyorlardı, bense onları takip ediyordum. Haftanın 7 günü spor yapıp kondisyonları iyi olan ya da kendileri 7 aylık olup önden haldır haldır giden bazı arkadaşların peşinden koşturmaktan helak oldum vallahi. “Bırakın beni gidin, ben arkadan gelirim, aralarda durarak, manzara resimleri falan çekerek inerim ” diyorum onu da kabul etmiyorlar, kafelere oturmamızla kalkmamız bir oluyor, neredeyse çayımızı kahvemizi de elimize alıp kayarken içeceğiz, o derece yani!! “Hadi hadi” ve “let’s go” lafları en sinir olduğum kelimeler oldu tatil boyunca. Sanki nereye yetişiyorsak?? Ayol tatile mi geldik, spor kampına mı belli değil, gören de olimpiyatlara hazırlanıyoruz falan zanneder, bir önceki şampiyon buradan çıkmış ya, sanki bu yılki şampiyon da bizim gruptan çıkacak, herkeste bir hırs, bir azim, bir disiplin, sormayın gitsin!! Tabii bütün bu temponun ardından benim aylardır doğru düzgün spor yapmayan narin bedenim günde 4 saat kayınca nereden geldiğini şaşırdı ve ilk birkaç gün bütün kaslarım tutuldu vallahi. Her gün Felden Jel ile tutulan kaslarıma masaj yapmak durumunda kaldım. Neyse tatilin son birkaç günü ağrılarım geçti ve kondisyonum arttı da daha keyifli kaydım bari.
Bir gün de komşu kayak merkezlerinden biri olan Les Arcs'a gittik, orası da çok keyifliydi. Les Arcs’a giderken gondolla bir dağdan diğer dağa geçip oranın pistlerinde kaydık. Ayrıca bu tatilden aklımda kalan hoş enstantaneler arasında 8-10 tane köpeğin çektiği kızaklar, bacakları olmayan kişiler için özel tasarlanmış kayakla yanımızdan süratle kayan engelliler ve ayaklarında kayakla yamaç paraşütü yapanlar vardı.
Aslında Alplere ilk yolculuğum bundan 10 yıl önce başlamıştı. Bugüne kadar İsviçre'de Nendaz,Davos,St.Moritz, Fransa'da Alp Duez, Avusturya'da San Anton ve Kitzbuhel'de kaydım. Bunlar dışında Romanya'da Braşov, Bulgaristan'da Borovetz ve Slovenya'da da kayağa gittim. Her yerin ayrı bir özelliği ve güzelliği vardı, kimisinin pistleri güzeldi kimisinin köyü, kimisinde kaldığımız şalenin manzarası nefisti kimisinde restaurantlar/kafeler iyiydi. Hepsiyle ilgili onlarca güzel anım var, hangi birini anlatsam. En aklımda kalan ve yıllar sonra bile her hatırladığımızda güldüğümüz birkaç tanesinden bahsedeyim.
Alplerdeki ilk göz ağrımız Nendaz'da, Allah'ın İsviçre'sindeki dağ başında küçücük bir köyde yaşayan ana-kız 2 Türk'e rastlayıp kadının aşırı ısrarları sonucu ayıp olmasın diye daha kayaktaki ilk günümüzde evlerine gidip Tarhana çorbası içmemiz (sanki severmişim ve çok özlemişim gibi!), bu esnada da kadının anlattığı evrendeki bilmem ne kapısının açılıp diğer boyuta geçtiği ile ilgili egzantrik hikayelerini dinlememiz oldukça ilginç bir deneyimdi doğrusu!! Sanırım dağın zirvesinde yaşayıp göğe bu kadar yakın olunca bir süre sonra bu tarz uçmalar görülebiliyor:) Acaba her gittiğim yerde böyle tuhaf öyküler ve insanların beni bulması da bir tesadüf mü??
Şimdi anlatacağım hikaye San Anton tatilimiz sırasında kardeşim Özi'nin başka birinin kayaklarını ayağına takıp aşağıya kadar onlarla inmesiyle ilgili. Özi'ye kırmızı renkli Fischer marka kayak kiralamışken tepedeki bir kafeden ayrılırken hiç farkında olmadan kendi kayağı diye orada bulduğu gri renkli Atomic marka kayakları ayağına geçirip hiç istifini bozmadan elalemin kayağı ile bir güzel aşağı kadar inmişti. Kayakların numarası dışında birbirlerine hiçbir benzerliği olmamasına, rengi-markası-tipi falan tamamen farklı olmasına rağmen nasıl karıştırılır ve tesadüfen eline aldığı ilk kayak ayağına nasıl cuk diye oturur inanılır gibi değil yani. Bu arada aşağı indiği zaman olayı kendisinin farkettiğini zannediyorsanız yanılıyorsunuz, kayakları eline almış gayet güzel eve doğru giderken durumu tabii ki ben farkettim. İşin kötüsü bu değişimi son iniş sırasında yaptığı, hava kararmak üzere olduğu ve artık teleferikler falan da kapandığı için yukardaki kafeye mecburen taksiyle gidip aldığı kayağı kendisininkiyle değiştirerek söylene söylene geri gelmişti. Allahtan gittiğinde hala kayakları oradaymış, bir başkası da Özi'nin yaptığı gibi onun kayaklarını alıp gitmemiş.
Son olarak bahsedeceğim hikaye; sanırım Alp Duez'de iken, benim rampaların üzerinden kaya kaya (daha doğrusu hoplaya hoplaya) giderken gittikçe havalanıp artık son rampada hızımı alamayarak tosbağa gibi sırtüstü yuvarlanmam, o esnada arkamdan kayan ve bu sahneyi gören arkadaşlarımın (özellikle Volki'nin) günlerce hatta yıllar sonra bile her hatırladıklarında gözlerinden yaş gelerek gülmeleri de unutulmaz kayak anılarımızdan biridir.
Alplerle ilgili söyleyeceğim son söz, oralarda kaydıktan sonra Türkiye'deki pistler oldukça primitif kalıyor. Kayak tutkunları bir fırsatını bulup oralara gitsinler ve nirvanaya ersinler. Bir sonraki yazımda TV dünyasından haberlerle buluşuncaya kadar şimdilik hoşçakalın...
mektup 6, 7, 8, 9
-
Ç: Merhaba, Şili'ye tur var mı acaba?
Özlem: Bilmem. Acenta yetkilisine mi benziyorum?:)
Ç: Bilmem burs falan denince öyle sordum.
- alaka kurmaya çalışma...
13 yıl önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder